Yaşamı Kandırmak ve Farklı bir Gerçeklikten Kendini Davet Etmek: The Substance Fiminde Postmodern Dünya’nın Öze Etkisi
The Substance, hakkında çok fazla yorum yapılmış olsa da enfes ve iyi oturtulmuş structure ı hakkında hâlâ konuşulması gereken birçok detay var. Bu film, kolay kolay eskimez ve daha çok konuşulur dediğimiz türden ve her açıdan incelenmeye açık olan yapımlardan biri.
Çağdaş körlük, post modern dünya sınırları çerçevesinde, zamanla belirli bir düzen sistemine uyum sağlama beklentisi olarak karşımıza çıkan, bireyleri başka biri gibi davranmaya iten hastalıksal bir boyut kazanır. Topluma aidiyet görevini yerine getiren belirli maskeler bireyi uçurumun kıyısına getirerek rahatlık vermemeye başlar. Benlik çelişkileri ve kültürel sosyallikten kopamama içgüdüsü dâhilinde kaybolan insan, zaman içinde süregelen ve bireyde bunalım ile baş gösteren varoluşsal olarak kendine yabancılaşma ile umutsuzluğa düşer. Çağdaşlık sınırlarını belirlemek, normatif popülerlik içinde aidiyet duygusunun izolasyonunu yaratabilir.
Çevrenin sorgulanması ile baş gösteren dışlanma ya da yalnızlık duygusu, eve dönüş yolunda bireyi, özüne daha yakın olan şeyleri aramaya ve bu özle daha uyumlu bir hayat arayışına yönlendirebilir çünkü sözde çağdaş dünyanın boğucu dayatmalarında özgürce yaşayacak başka bir benliği daha olduğuna inanmak ister. Bu kolektif çeşitlilikte insan, kendine dönmek için çabalarken aslında toplumun da bu yolculukta özü bulmada nasıl belirleyici dayatmaları olduğunu keşfetmeye başlar. Bu noktada insan eve dönüş yolculuğunda bağlantıda olduğu cevheriyle iletişime geçtiğinde aydınlandığı ve yarattığı kendi gerçekliğini modernitenin kurbanı olmamak için mi kullanır yoksa olduğu haliyle modernite tarafından kabul görmediği için mi moderniteye uyumlanmış farklı bir versiyon ile yaşamı kandırma eylemine girer? İki açıdan da bakıldığı zaman mevcut gerçekliğin tabuları yıkılarak bireyin kendi iplerini eline alması hedeflenirken, yaşam oyununun kurallarının da belirleyicisi olurlar fakat toplumla hareket ederken yine hırslarının kurbanı da olabilirler.
Sonlanan veya başarısız olunan bir gerçekliğin yerine yenisini koyma fikri, Coralie Fargeat’in 2024 yapımı The Substance filminde Demi Moore’un canladırdığı karakteri Elisabeth Sparkle’ın fiziksel gerçeklikte yani matrix döngüsünde yaşlanması üzerinden seyirciye aktarılıyor. Beden, zaman kavramına takılarak doğal bir süreç olan doğum, gelişim ve ölüm evrelerinin kontrolündedir. Öyleyse, verilen fırsatlar da bu zamansal çizgide sınırlıdır ve film bu döngüsel olayı bir zamanların ünlü televizyon yıldızı Elisabeth Sparkle’ın zaman içindeki fiziksel değişimininden yararlanarak ünlü ismin Hollywood yıldızı üzerindeki farklıkları, yıpranma ve deforme olmasını vurgulayarak başlar.
Fiziksel süreçte görselliği de kapsayan yıldız günden güne ilk formunu kaybetse bile barındırdığı anlamın sahiplendiği varoluş amacını korumaktadır. Bu, insanın varlık amacı ve özünün, dış etkenlerden bağımsız olarak bir bütünlük içinde var olmaya devam etme kapasitesini simgeler. Bir diğer açıdan, yıldızın fiziksel düzlemde bozulması yerini yenisiyle değiştirme, hep daha güzele olan ilgi duyma ve kıyaslama gibi problemleri beraberinde getirebilir. Spot ışıkları altında ve ötesinde var olma, sürekli var olan güzellik anlayışını devam ettirme içgüdüsü günümüzün sosyal medyasına bir göndermedir. Tekrarlayan kendini inşa etme süreci, gerçeklik ve illüzyon arasındaki bulanıklık ile birlikte kişiler kendileriyle olan bağı kaybetmeye başlarlar. Etraftaki her şey bir kurguya dayalıdır.
Toplumsal baskı ve popülaritenin peşinden koşma gibi dinamiklerin içinde, karakterimizin bedensel doğasının, hayatın doğal döngüsünden aldığı izler gözle görülür hale gelmeye başlar. Bu, vücudun, zihnin ve ruhun sürekli bir değişim ve dönüşüm sürecine girmesiyle, “body horror” kavramının izleri gün yüzüne çıkar. Bedendeki dönüşüm ve değişimler yalnızca seyirci tarafından fark edilmez. Televizyon stüdyo yöneticisi Harvey de Elisabeth’i istenmeyenler listesine almıştır. Bir restaurantta baş başa oturan ikili, Harvey’in ağzını karidesleri doldurması sahnesiyle birlikte dolaylı yoldan William Butler Yeats’in Bizans’a yolculuk şiirine bir gönderme olarak yankılanır. Artık dünyanın idealist kalıplarına uymayan karakter, bedeninin çürümesinin ve şekil değiştirmesinin ne kadar kötü ya da utanç verici olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalır.
Dünyanın miladını doldurmuşlar için artık verecek hiçbir şeyi yoktur fakat insan sadece bedenden mi ibarettir yoksa dikkatli bakıldığında vücut sadece ruhu gizleyen bir ev sahibi midir? Bunun farkında olan ruh elbet var olmak için kendi yolculuğuna çıkacaktır. Elisabeth’in kariyerinin son noktasıyla doğum gününün çakışması sadece bir tesadüf müdür yoksa yönetmen sembolik olarak bu bir son değil aslında başlangıçtır demek ister? Öyledir ki birbirini takip eden sahneler sonucunda Elisabeth, bir yabancının kulağına fısıldamasıyla kendini evinde bir kutu açılımının karşısında bulur ve bu dijital dünyadan yabancı olmadığımız bir kurgu sahnesidir. Kutunun içinden çıkanlar aslında olmak istediği kişiliğin, farklı bir gerçekliğe geçişin ve dijital dünyanın nasıl insanları kontrol ettiğinin bir yansımasıdır. Bir gerçekliği elde etmek veya yaratabilmek için dengesel olarak bir şeyleri feda ederiz. İnsanın kendini doğurması için metaforik açıdan eski halinin ölmesi gerekir. Fight Club, Joker, Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibi filmlerde kişinin kendini doğurması fikri daha mental açıdan gerçeklik yaratma girişimini konu alırken The Substance filminde yönetmen bunu fiziksel boyuta taşıyarak tam anlamıyla bedensel olarak kurgulamıştır. Filmin açılış sahnesinde yumurtanın iğne uygulanarak kopyalanması gibi Elisabeth kendini kopyalayarak çoğaltacak veya doğuracaktır. Platon’a göre bu dünyada gördüğümüz her şey orijinal olanın bir yansımasıdır veya bozuk bir kopyasıdır, kusurludur. Bunu aklımızda tutarak filmi izlemeye devam ettiğimiz takdirde getirilen veya çağrılan kopyanın karakter üzerindeki etkilerini görebiliriz.
Birbirini takip eden sahnelerde, karakterimizin öz olduğuna inanması ve bir gerçeklikte iki beden olamayacağı için değiş tokuş yaparak bunun dengelemesinin üzerinde durulur. Her boyutun ya da gerçekliğin bir dengesi varın önemini belirten filmde altını çize çize fiziksel boyuta getirdiğin varlığın senin bir parçan olduğunu, kaynağın sen olduğunu ve kendinden kaçamayacağından bahseder. Burada uyarıcının “siz bir bütünsünüz” tekrarlaması, Aristoteles’in felsefesindeki form-öz ilişkisinin bir yansıması olarak yorumlanabileceği söylenebilir. Aristoteles, öz (madde) ve form (şekil) arasındaki ilişkiye dair şu önemli görüşü savunur: “Form olmadan öz var olamaz, özsüz form da var olamaz.” Bu anlayışa göre, form ve öz birbirini tamamlayan iki unsurdur ve birbirlerinden ayrı düşünülemezler. Benzer şekilde, burada bahsedilen “ilahi gerçeklik” ve “öz” arasındaki ilişki de bu felsefi çerçeveye uygun bir şekilde anlaşılabilir. İlahi gerçeklik, evrenin ve varlıkların derinliklerinde mevcut olan mutlak, değişmez bir varlık hali olarak düşünülebilir. İnsan özü ise bu ilahi gerçeklikle doğrudan bağlantılıdır ve özümüze yaklaştıkça, bu bağlantıyı daha derin bir şekilde hissederiz. Mevcut idealler ve dışsal güzellik arayışında varlığın bunlar uğruna değişme isteği özün de daha ne kadar korunabileceği ve sürdürülebileceği konusunda soru işareti bırakır.
İnsan, hep daha fazlasını isteyen açgözlü bir varlık olduğu için tanrıcılık oynama arzusuyla, varlıkların sınırlarını aşmaya, yaşamı şekillendirmeye yönelik bir içsel eğilim taşır. Ancak Elisabeth için, verilen kitin verdiği ve uyulması zorunlu kuralların bir önemi yoktur. Kurallar uzun vadede özgürlüğünü kısıtlama ve isteklerine ulaşmada kısıtlayıcı birer engeldir. Bu gerçekliğe çağırdığı diğer karakter olan Sue nun büyüsüne kapılarak nefret ve hayranlıkla fiziksel dünya da sürekli onun kalmasını ister. Elisabeth’in bu kararının sonucu olarak bedensel olarak çirkinleşmeye, daha hızlı yaşlanmaya ve çürümeye başlar çünkü matrix düzleminde Sue’yu hayatta tutan güç Elisabeth’in kendidir, içsel gücü ve kararlılığıyla bağlıdır bundan dolayı asıl olanın yokluğu diğerine etki eder. Karakterin dönüşümü, aslında insanın düşünceleri ve eylemleri ile nasıl bir canavara dönüştüğünün kanıtı olarak da düşünülebilir. Gerçekliği algılama meselesi sistemin ortaya çıkardığı bir olgu değil, kişinin kendi yorumuyla alakalıdır, verilen anlamları nasıl elde ettiğinizin yarattığı bir meseledir. Platon’a göre her bir kopya ilahi olanın bozulmuş veya parçalanmış versiyonudur.
Sue her ne kadar mükemmel gibi görünse bile asıl olan Elisabeth’in bir yansımasıdır, onun özüdür ve onun anlamıdır. Birinin gerçeklik üzerindeki kontrolünün, karşılığında ayrımcılık, ikili karşıtlıklar ve benzerlerini farklı şekillerde gördüğümüz yıkıcı sonuçları vardır. Elisabeth’in Sue nun büyüsüne kapılıp kendi kimliğini kaybetmesi sonrasında ondan kurtulmak isterken aslında sevilmeyi hak eden tek yanının o olduğunu itiraf etmesi ikisinin de sonunu hazırlar ve Sue bağımsızlığını ilan ederek Elisabeth’in gerçekliğinden kopar. Bu, filmdeki body horror janrının zirveye ulaşmaya başladığı bir dönüm noktasıdır. Mevcut gerçekliğe ait olmayan Sue’nun prenses elbisesiyle boy göstermesi gereken önemli gecede bedensel olarak yok olmaya başlaması kimliğin dağılması ve fiziksel varlığın çöküşüyle dramatize edilir. Olaylar git gide çirkinleşir. Hala güzellik arayışında olan “kopya” bu sefer cüretkâr bir tavırla kendini yeniden yaratma girişiminde bulunur fakat bu girişiminde işler pek iç açıcı olmaz. Mükemmellik arayışı ile çıkılan bu yolda ideal ve güzellik peşinde koşmanın kişiyi nasıl gerçeklikten saptırarak hem bedensel hem de manevi anlamda kişinin hayatını yok ettiğini gözler önüne serer.